Aşırı Korumacı Anneliğin Şiddeti: Perihan Mağden ‘in Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? Romanı üzerinden bir değerlendirme
Tijen Demirörs (Psikanaliz Defterleri 6 - Çocuk ve Ergen Çalışmaları, syf:165-179)
Aşağıda ki metin Tijen Demirörs’ün yukarıda belirtilen kitaptaki makalesinden alıntılanmıştır. Derleyenin herhangi bir katkı ve yorumunu içermemektedir.
Kaçmak, kalamamayı gerektirir; yerleşemememeyi, yerinden edilmeyi, barınamamayı, güvensizliği ve huzursuzluğu içerir. Biz kimden kaçıyorduk anne? İsimli romanda anne ve kızın kaçış hikayelerini ve Bambi masalını iç içe verir okuyuca.
Kız doğduktan beri kaçmaktadır bu ikili, “Yakalayacaklar bizi Bambim, kaçmalıyız” söylemleri sık sık duyulur. O kadar yersizdirler ki Anne onlara “Moon-unit” (ay birimi) der. Birliktedirler, birimdirler ama bu dünyaya ait değildirler de. "Kuş gibi özgürüz değil mi annecim?” Der güzel kız, kök salamamanın yasını tutmak yasakmışçasına. Her gittikleri otel odasında bir yuva kurarlar. Her seferinde de her şeyi bırakıp giderler.
Evsiz olmak, barınacak uygun bir yer olmaması kadar basit bir durum değildir. Evsizlik, yerinden edilme, güvensizlik ve huzursuzluk durumlarını şiddetlendiren karmaşık bir bireysel travma ve psiko-sosyal dışlanma hikayesiyle gelinen bir uç noktadır. “Evsizlik, barınaksız (unhoused) ve parçalanmış zihin durumunlarının hem bir belirtisi hem de bir ifadesidir” (Adlam ve Scanlon, 2005). Annelik işi, annenin zihni barınaksız olunca çok zorlaşır. Çocuğunun gözünde kendi acısını ve hüznünü görür. Çocukluk çağı travmaları ve kuşaklarötesi iletimin izlerini taşıyan ve barınağını kaybetmiş bir zihnin sahibi olan genç yetişkinin anneliği üzerine ağır bir gölge düşer.
“Tarihi yeniden yazmanın en somut hali” olarak belirir annelik genç yetişkin kadın için. İhmal edilmiş çocuğun annesiyle ilişkisi acılı bir ikircikliğe yol açar. İçinde hem nefret ettiği “kötü” anneyi taşır, hem de idealize ettiği, hep hayalini kurduğu “iyi” anneyi. Geçmişin acılarını silmenin yolu, kendi çocuğuna ideal anne olmak olacaktır. Bu düşlemin içine doğan çocuklar ise, hiç de bizi şaşırtmayacak şekilde, annelerinin “iyi” anne olmalarına olanak sağlamak için çok çaba sarfederler.
Yaralı anne ve babalar farkında olamdan, kendi çocukluklarında ki eksiklikleri tamamlama görevini bu çocuğa yükleyebilirler.
Tüm roman boyunca hissedilen şey, ağır bir ölüm kalım meselesidir. Annenin bir yanı ölüme ve öldürmeye hep yakın durur. Dünya korkunç kötü ve tehlikeli insanlarla doludur onun için. Kızını korumak birincil görevidir. Kızına çizdiği dünyada güvenilir kimse yoktur. Romandaki kız, tanık olduğu cinayetlerin vahşetini bastırır, hatırlamaz.
Klein’a göre (1952) dış gerçeklik ne denki bebeği zorlarsa, bebek de o kadar iç dünyasında yıkıcılık, saldırganlık ve ölüm dürtüsü ila baş başa kalır. Baş etmesi zor olan bu durumda bebek, saldırganlığın bir bölümünü dışarıya, dışarıda ki nesneye, yansıtır. Bu durum iyilik halleri için de geçerlidir.Bebek ne kadar rahat ve tatmin olmuş hissederse, onu da dışarıdan uygun alıcı nesneye yansıtır. Sıkıntıya sokan anne ve “iyi anne” olarak dışsallaşan bu iyilik ve sıkıntı halleri, erken dönemde birbirlerinden kopuk haller olarak yaşantılanır ve ayrı durur.
Simge oluşturma
“Simge oluşumu” terimi, psikanalizde önemli bir fikrin, çatışmanın veya arzunun dolaylı veya mecazi temsilini belirtmek için kullanılır. Simge oluşturma yetisinin gelişmesi için optimal düzeyde zorlanma, yani hüsran ya da engellenme gereklidir. Zorlanma çok fazla olursa ya da hiç olmazsa simge oluşumu engellenebilir. Simgesel düşünme, gerçeklik ilkesine geçişte önemli bir rol oynar. Simgeleştiremeyen, simgesel oynayamayan çocuk, somut düşüncede kalır. Somut düşüncede kalma ise, sublimasyon (yüceltme) veya bastırma becerilerini engelleyen bir durumdur. Dürtü kontrolü zorlaşır, doğrudan eyleme geçiş yapılır (Klein, 1930). Romandaki Anne, bize simgeleştirme becerisi pek olmayan birini düşündürmektedir. En ufak bir gerginlikte, ortamda bulduğu herhangi bir nesneyi, araç olarak kullanarak, onu zorlayan ya da geren kişiyi öldürme eylemine ani geçiş yapmaktadır, gerginlikten kurtulmanın tek yolu buymuşçasına. Benliğinin özellikle saldırgan dürtülerini denetim altında tutma yetisi gelişmemiştir. İçinde hissettiği kötülük hissini doğrudan ötekine yansıtarak, sonrada ötekinden gelecek karşı saldırıdan korkarak, şiddet dolu bir dizi eylemler gerçekleştirmektedir.
İyi ile kötünün bu kadar ayrı tutulduğu, bölündüğü bir durum paranoid-şizoid konumdur. Sadece kötü değil, iyi de dışarıya yansıtılır, örneğin kızına yansıttığı melek/bebek/saf/temiz iyilik halleri gibi. Kızına yansıtılan bu iyi’likte kızın saçmalamasına, kızmasına hata yapmasına ve hatta büyümesine yer yoktur.
Kese Alanı (Marsupial Space)
Henry Rey’in (1994) tanımladığı kese alanı kavramı kanguru, koala gibi keseli hayvanların bebeklerini taşıma sistemine gönderme yapar. Hayat hepimiz için kapalı ve çifte korunaklı bir yerde, anne rahminde ve annenin bedeninin içinde başlar. Bebek, bu sıvı dolu alandan hava içeren ortama, annenin koruma alanına doğar. H. Rey, rahimden çıkmış ama annenin ciddi korumasına ihtiyaç gösteren bebeğin deneyimini kese alanında olması olarak tanımlar. Buradan ise zamanla, her şey yolunda giderse, aşamalı bir ayrılığa ve kendi alanına geçer. Anne kendi zihinsel alanında huzurlu değilse ve bebeğin kaygılarını yatıştıramıyorsa, bebeğin deneyimi kese alanının kötü nesnelerle doluyor olması şeklinde olur. Anne bebek ilişkisi ne kadar zorlayıcıysa, bebek için bu kese alanında ve anneye yakın kalmak o kadar gerekli olur. Çünkü dışarıya yansıtılan kötü ve bebeği sakinleştiremeyen dış nesneyle özdeşleşmek korkutucudur. Özne bu durumda ne içeride ne de dışarıda huzur bulur. En rahat yer, ne içeriye ne de dışarıya ait olan sınırdır. Romandaki Anne içinde durum biraz böyledir, o hep bir sınırda durur, sınırı korur. Her türlü ilişkiye, iletişime kapalıdır. Dışarıdan buluşabilecek olan sadece kötüdür ve durdurulmalıdır. Anne “ağır yürek günleri”, “dibe gidiyoruz hissi”, “o vakitler” olarak tanımladığı, şiddeti gitgide artan depresif atakların da, kızı için bile var olamaz silinir. Bu silinme, kendisinin de kötü olduğunu hissettiği için kötüyü kızına bulaştırmama çabasıdır sanki.
Geçmişini silip yeniden başlamıştır; hiçbir şeyi hatırlatmak istemez, anlatmak istemez. Ne babasının kim olduğunu bilir kızı, ne anneannesinin, ne dedesinin. “İsimlerini bilirse üzerine bulaşacaktır pislikleri" diye saklar anne. Yazar da isimleri saklar bizden. Anenin kızına masala atfen "Bambim” demesinden başka bir şey vermez bize. Bilinç düzeyinde veya bilinçdışı travma ne kadar ağırsa, korumada o kadar şiddetli olur. Çocuğuna kendi yaşadığı sıkıntıları yaşatmama isteği, annede kendi yaralarını sarma, kendini onarma arzuyla da eklenince aşırı korumaya ortam hazır olur. Anneye göre olası kötülük kontaminasyonundan kurtulmanın tek yolu yalıtım, ilişkisizlik ve mesafedir.
Üçüncünün Eksikliği
Erken tümgüçlü annesel nesnenin katli ve bu vahşi saldırının yarattıklarıyla içsel olarak baş edebilme yolunda bir savunma gelir. Zulmedici içsel nesneye saldırıya yanıt olarak babasal üstbenlik devreye girer. Anne, ona büyük bir ihtiyaç duyulmuş olduğu, sevildiği, arzulandığı ve ona karşı öfkelenildiği için tüm güçlüdür. Bu durumu kurtarıcı olarak baba, babanın yasası ve üstbenlik gelir. Babanın şartlı kötülüğü, annenin şartsız kötülüğünden kurtarmak için yerleşir. Fairbain (1943)’ın dediği gibi, üstbenlik ve suçluluk duygusu “ahlaki savunma” olarak yerleşir.
Romandaki baba eksikliği bu anlamda manidardır. Acımasız cinayetlerin işlerinedurduğu romanda, belki toplumsal yasaların temsili polisin anneyi yakalamasından korkulmasına rağmen, anne de herhangi bir suçluluk duygusu veya pişmanlık yoktur. Aksine anne haklıdır tüm cinayetleri işlemekte, onlar hak etmişlerdir. Ne Anne’nin babası anne için varolabilmiş, üç kişi olabilmiştir ve de kızının babası ortalıklardadır. Hatta sanki anne kızını tek başına yapmıştır.
Saldırdığı annesel nesnesinin ruhsal olarak bir türlü ayrılamamışlığı Anne’yi devamlı tehdit altında yaşatmaktadır. Bu romanda ise üçüncü kişi yoktur ve iyi ile kötünün net bir şekilde ayrıldığı dünyasında Anne’nin tek çıkar yolu, kötü anneyi öldürüp ideal çocuğu doğurmak olmuştur. Eyleme dökülen saldırganlığın tek başına çıkmazları çözeceği düşüncesi psikotiktir ve simgeleştirme içermez. Anne katli, çoğunlukla sonrasında faili psikotik çöküşe sürükler.
Annesi öldürülür, o da aynen Bambi gibi koşarak kaçar. Annenin ölümünden önce ise, bir gözünü annesinin çıkardığı adamın öbür gözünü çıkartarak annesinden aldığı mirası, alabildiği tek şeyi gösterir bize. Romanda göz ile bakışa yapılan vurgular, zorla içeri giren ve ilişkiye, iletişime zorlayan pencereler olarak düşünülebilir. Gözü yok etmek romanda oldukça simgesel olarak kullanılmıştır.
Freud’un dediği gibi (1926), insan yavrusu annenin doğurabileceği en büyük kafatası çapına sahip olduğunda doğduğu ancak aslında ruhsal ve zihinsel olarak prematüre olduğunu için, Bambi gibi diğer canlıların aksine, pek çok şekilde zarar görmeye açık ve çok kırılgandır. Aşırı korumacı anne babalık en saf niyetlerle yapılır ancak çocuğa çok zararı dokunur ve çocukta arzulanan tam tersi izler bırakır.
Makaleden Derleyen : Psikolog Selin MERT YANAR
Orijinal makalenin tümüne Psikanaliz defterleri 6. Sayısından ulaşabilirsiniz.